Geldik diğer bir efsane etkinliğe.. SMV başlıklı ütopik bas koalisyonu üyeleri Stanley Clarke,Marcus Miller ve Victor Wooten 8 Temmuz çarşamba gecesi İstanbul Caz festivali kapsamında Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'ndaydı.. Biz de 'bulunmaz etkinlikler' takipçileriniz TT-32 ikilisi olarak (Can-Serkan) bu fırsatı kaçırmadık ve orda olmayı mevzudan sadece bir gün önce,kalmış olan 10-15 civarı biletten ikisini ele geçirerek başardık. İyi ki de başarabilmişiz zira o gece Dünya üzerinde bulunulabilecek en iyi yerlerden birinde nefes almış olduğumuza kanaat getirdik. Son yılların en kalabalık Caz Festivali konserlerinden biriydi muhtemelen. Tabi her biri caz müziğin adını duyup biraz kulak kabartmış herkesin yakından tanıyacağı kadar ünlü ve 'kilometre taşı' mertebesine erişmiş bu üç megabasçı biraraya gelince durum da böyle oluyor.
SMV projesi kimi çevrelerimiz tarafından Joe Satriani'nin koordine ettiği ve genelde Steve Vai'den vazgeçmeyip üçüncü starda değişiklik yapmayı tercih ettiği G3 turnelerinin bas versiyonu olarak tanımlansa da olay aslında çok daha farklı. Zira SMV' de biraraya gelinerek yapılmış besteler ve bireysel bestelerin yeniden yorumlanışı söz konusu. Nitekim bunun bir ürünü olarak elimizde 'Thunder' albümü mevcut. Yani 'illa ki bişeye benzetmek istiyorum' derseniz olayı Al Di Meola, John McLaughlin ve Paco De Lucia'dan oluşan 'The Guitar Trio' ya benzetmek daha kültürel bir yol olur:)
Konsere dönecek olursak.. Konser bir seyircinin rahatsızlık geçirmesinden ötürü 10 dakika kadar gecikerek 21:10 sularında başladı. En önden Victor Wooten, akabinde Marcus Miller ve Stanley Clarke' ın sahnede görünmesi ile seyirci olarak henüz tek bir nota duymadan galeyana gelmiştik bile. Konsere SMV albümünden 'Maestro' ve 'Thunder' ile başlayan üçlü, oluşan atmosferin da yardımı ile ilk dakikalardan birer müzisyen olarak 'beste yapma' taraflarının ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha ispat ettiler.Albümden 'Milano' ve 'Tutu' gibi parçalarla üçlü performanslarını sergilerlerken seyircinin merakla beklediği solo performanslara gayet geniş zaman ayırarak hepimizin gönlünü fethettiler.
Solo performanslarını yaş ve mertebe sırası(!:))na göre küçükten büyüğe doğru sunmaya karar vermişler ki ilk olarak makinalısını eline alan Victor Wooten oldu ve o kendine has tekniği ile bir benzerinin daha olmadığını kanıtladı.Görsel olarak hızından zaten etkilenmeyen yoktur fakat o kadar zengin armoni hareketlerini bu hızda sunabilmesi Victor Wooten' ı eşsiz kılıyor. Bunun yanında sempatik kişiliğinin ve tavırlarının yanı sıra işinde ne kadar disiplinli olduğunu inanılmaz tapping performansı sırasında bastığı sadece iki 'yanlış nota' için nasıl kahrolduğunu kafası ile 'heyallaam yaa..' dercesine bir çember çizerek göstermesi o gece orada onu seyreden tüm müzisyenlerin gönlünden taht kurmasına sebep oldu.Bu olayın akabinde amcamız öyle bir koptuki zaten sormayın gitsin..Notaları teker teker ve her dönüşte yeni bir nota daha ekleyerek kaydettiği,üstüne üstlük ölçü sonundan ziyade ölçü başlarına da notalar eklediği 'Kromatik Loop' performansı herkesin ağzını çık bırakmıştır heralde.Akabinde bu kayda altyapı muamelesi yaparak; üzerine kurduğu inanılmaz cümleler de cabası tabi..
İkinci solo performans sırası ise üstad ve bildiğin prodüktör kişilik Marcus Miller 'daydı. Bir alto saksafon bir bas klarinet bir enfes bas gitarı derken doğaçlamaya doyurdu açıkhavayı üstad. Özellikle Michael Jackson' ı anmaya herkesten önce başlaması kulaklardan kaçmadı. 'Shake Your Body' ye dokundurup akabinde 'Human Nature' ı bir meltem esintisi gibi yorumlaması herkesi duygulandırdı.
Sıra Stanley Clarke'a geldiğinde ise son 50 yılın bas fenomenine tanıklık etmenin gururunu yaşadık.Kontrbası ile yaptığı 'Akustik Bas' performansı alışılageldiği üzere büyüleyiciydi. Perdesiz bir enstrümanda bu kadar teknik gösterebilmek efsane olmanın sırrıydı heralde. Tekniğin ötesine geçtiği anlardı bu dakikalar.
Finalde ise üç usta beraber sahne alıp bas dünyasının sahnede olmayan tek efsanesi Jaco Pastorious' u anarak Weather Report klasiği 'Birdland'i yorumladılar,yorumlarına yorum kattılar. Bise gelindiğinde ise herkesi başka bir sürpriz bekliyordu.Yine Pop'un Kral'ı anıldı.. Gayet sert bir şekilde çalınan 'Beat It' konserin doruk noktası oldu. Marcus Miller 'ın altyapıları üstlenmesi, Victor Wooten' ın MJ vokallerini üstlenmesi, Stanley Clarke' ın sa Eddie Van Halen misali soloları atması, seyirciye nakaratın haykırarak söyletilmesi tam bir final görüntüsü oluşturdu.
Kısacası muhteşem bir geceydi.. Yan taraftan gelen oyun havaları sesleri bile bu büyüyü bozamadı..Yine bekleriz hocam.. Yine bekleriz..:))
Serkan
"Ya" dedim Serkan'a konserden yaklaşık yarım saat kadar önce kapıdaki kalabalıkla birlikte sabırsızca beklerken, "Dünya'nın yaşayan (jaco'ya selam) en büyük üç bas gitar efsanesinin de zenci olması tesadüf müdür? Nedir?"
"Hakkaten ya", dedi Serkan da, "ilginç." (Tabi bir şeyler daha söyledi de şimdi telaffuz edemiyorum:))
"Neyse," dedim, "belki de hatayı kendimde aramamam lazım :))"
Bu sorunun cevabını bir kenara bırakıp tekrar konserin yaklaşan başlama saatinin heyecanına kapıldım.
Gelelim izlenimlere.
Önce virtüöz kelimesini tanımlayalım; bilindiği üzere virtüöz, klasik müzik disiplininden türeme bir kelime olup, belli bir müzikal enstrüman üzerinde şahsına münhasır bir yorum tarzına sahip olan, o enstrüman üzerinde kendine has teknikler geliştiren ve bu enstrümanın çalımını kendisine kadar gelen anlayışın bir adım ötesine geçiren insan evladı anlamına gelir. Virtüoz olmak böyle birşeydir. Lakin bu kelimenin yetersiz kaldığı bazı insanlık dışı durumlarla karşı karşıya kalabiliyoruz. Bir enstrüman üzerinde "herşeye kadir" olmak, bir enstrümanla yaratabileceklerinizin hayal gücünüzle sınırlı olması ve düşüncelerinizi bir enstrümana aktarışınıza kadar geçen süre hemen hemen sıfır saniyeye yakınsa, ve bu kısa süreli yaratım sürecinin sonunda ortaya çıkan şeyler hemen herkesin aklını başından alma niteliğine sahip ve kusursuzsa o zaman kusura bakmayın ama biz bu insanlara virtüöz demeye biraz utanıyoruz ve onlara "Tanrı" diyoruz. İşte biz de bas gitarın üç tanrısından oluşan Olympos Dağı'na çıktık geçen gece. Biri slap ve tapping konusunda geliştirdiği (tabi bir çoğu eşsiz, hepsi birer küçük dana yavrusu boyutunda olan parmaklarına dayanan)inanılmaz tekniklerle bas gitaristlikte yepyeni boyutlar açan, bunun yanında genel olarak "virtüöz" dediğimiz insanların, inanılmaz hızlı ve teknik hareketler yaparken gözardı ettiği (ve bu sebeple "solo" dendiğinde kafamızda aburcik gubircik inanılmaz hızlı bir şekilde akan yersiz yurtsuz notaların canlanmasına sebep olduğu) armoni konusunda da tam bir deha olduğundan dolayı tekniği kadar müziğinin ruhani boyutuyla da gönüllerde taht kuran(Guinnes'i arayın lan bitmeyen cümle yaptım) Victor Lemonte Wooten, diğeri; eminim herşeyden önce, insanın içine sıcak bir lav gibi akan inanılmaz "signature" tonuyla tüm bas gitaristlerin tonal hayallerini süsleyen, bas gitarı "solist" konumuna sokmadan da nasıl bas gitar virtüözü olunabileceğini insanlığa anlatan, bas gitarın nasıl yalnızca bir orkestra elemanıyken bile insanın aklını başından alabileceğini cümle aleme gösteren, bas gitaristliğinin yanında mükemmel bir caz bestecisi ve kompozitörü de olan Marcus Miller, ve son olarak bu iki dehanın hocası, gerçek bir yaşayan efsane, bir "fingering" psikopatı; Stanley Clarke.
Ben açıkçası konser hakkında uzun uzadıya bir döküme girmeyeceğim zira Serkan bunu gayet güzel yapmış. Sadece nacizane bir bas gitarist olarak hissettiklerimi aktarmak istiyorum.
Uzun zamandır videolarını izleyip, albümlerini dinleyip, konserlerini seyredip, her videoyu kare kare durdurup "napıyosun anasını satayım sen orda yaa" diye saçımı başımı yolduğum adamları kanlı canlı izleyip birer çizgi film kahramanı olmadıklarını ve o hareketleri her istediklerinde yapabildiklerini görmek yeterince büyüleyicydi. "Victa" her zamanki gibi "Soul Circus"da bir hokkabazdı. Uçtu kaçtı. Hem abartılı aksiyonlarla "genel izleyicinin" aklını aldı, hem de dipsiz kuyulara dalıp daha kalifiye seyirciden dayanabilen herkesi pür dikkat peşinden sürükledi. Ardından "Miller Time" geldi çattı. Marcus her zamanki gibi ruhsal ve derindi. Atlayan atladı, kıyıda kalanlar "saygı duydu". Sıra Stanley Clarke'a geldiğinde "iyi hoş da hacım, madem sahnedeki en baboş arkadaş Stanley niye bu diğer iki kardeşimiz coştukça coşuyor koştukça koşuyor da amcanın bir numarasını görmedik" diyen bir kaç şuursuz kaldı ise de oradaki 5000 kişinin herbirinin aklını teker teker alarak soluk kesti ve konser alanındaki istisnasız herkes dakikalarca bu zatı şahaneyi ayakta alkışladı. Kendi devyarasa kucağında adeta bir çello gibi kalan kontrbas (Marcus Miller'ın deyimiyle "Big big bass") üzerinde o her biri üç tonluk parmaklar nasıl bir uyum ve armoni içerisinde ışık hızıyla ilerliyordu diye biz düşünedururken o zebellah gibi alete bir flamenko gitar muamelesi yapınca zaten kimsenin şuuru sabit tutacak takati kalmamıştı. Şahsi solo performansları böyleyken bir de bu üç sihirbazın uyum içerisinde üç tane bas gitarı orkestre ve performe etmeleri ise gerçekten kelimelerle ifade edilmeye çalışılması çok çok saçma bir hareket. Yine bu kısımlarda sürat ve teknikleriyle gözü doyurmaları yetmiyormuş gibi, eşsiz orkestrasyonları, partisyon paylaşımları, kusursuz emprovizasyonlarıyla ruhları da bol bol doyurdular. Hazır ruh doyurmaktan bahsetmişken sahnedeki diğer iki müzisyenden biri olan Federico Gonzales Pena isimli klavyeci arkadaş da bambaşka bir virtüözdü. Ki konserin ortasında öyle güzel bir mini resital verdi ki gözler yaşla doldu(Yan taraftaki "eller havaya" mekandaki "beyooğlunda geğeğezeğersiiiin" namelerine rağmen)
Herneyse arkadaşlar. Gelelim sadede. Hani müzisyenler iyi bilir; güzel bir konserden çıkınca insanın içini bir hırs kaplar ya, ya da bir virtüözü izlediğinizde çaldığınız aletle garip bir ümitsizlik girer aranıza... İşte onun tam tersi oldu. O an ne bir müzisyen olarak ne de bir bas gitarist olarak nerede olduğum neler yapabileceğim hiç mi hiç umurumda değildi. Sadece bu üç insanın varlığından haberdar olduğum, onların artistik patinajlarından değil "müziklerinden" keyif alabildiğim ve en önemlisi şu ölümlü dünyada bu üç ustayı (Marcus Miller'ın deyimiyle "Three Crazy Bass Players Right?") dünya gözüyle görebilmiş olmaktan dolayı inanılmaz gururluydum.
Böylece konserin başında Serkan'a sorduğum sorunun da cevabını bulmuş oldum. Bas gitar zaten hem kalıbı, hem ikinci plana itilmişliği ve gördüğü itibar itibariyle gitarların zencisi idi. Zira onu en iyi icra eden adamların da ekstra kalıplı "siyahiler" olması tesadüf değildi. Ve hala çoğu insanın tam olarak ne olduğunu bile bilmediği, sesini orkestrada ayırt edemediği bir enstrümanı binlerce kişinin ayakta alkışladığı bir aygıta çevirmek için de bir virtüözden fazlası, belki de bir Tanrı olmak gerekiyordu. Ve ben size o gece gördüğüm kadarını söleyeyim; "Tanrılar Çıldırmış Olmalı" idi.
AktiviteCan ;)