16 Ekim 2009 Cuma

Geçtiğimiz Yazı On İki Kelime İle Anlatınız...






Çal, çal, çal, git, tatil yap, yat, yüz, yüz, yüz, dön, üşü.
İlginç ve hareketli bir yazı geride bıraktık. Zaten Ramazan'a kadar olan bir süreyi İstanbul'da çalarak geçirmiştik. Bir de Ağustos'da Foça konseri vardı ki zaten çeşitli fotoları paylaşmış idik. Takvimler 20 Ağustos'u, ibreler de 120'yi gösterince, geçtiğimiz Ocak'tan beridir İstanbul'da ikamet eden biz İzmir'li kardeşleriniz çil yavrusu gibi dağılıverdik. Malum sayfiye insanlarıyız, daraldık, gelemedik... Ailelerimizin yanına gittik, hoş beş ettik, arkadaşları gördük, çevre kazalara dağılıp( Fatma - Kuşadası, Can - Eski Foça, Serkan - Yeni Foça, Aşkın - Ayvalık, Okan - Didim şeklinde) arsız yüzüşlere daldık. Sonra İzmir'de buluştuk bir kaç kez. Alsancak'ta bira içtik. Bornova'da bara gittik, müzik dinledik. Hatta bir keresinde hasbel kader sahneye çağrılmamız üzre, Fatma, Okan, ben sahneye çıkıp o esnada çalmakta olan grubun davulcusuyla beraber[Fondip idi sanırım grubun adı] bir adet Olmaz çaldık ki oof of:))) Ne siz sorun ne ben anlatayım:)) Alkol kötü bişey ;)) Yine de davulcu arkadaşa teşekkür ediyoruz çok güzel götürdü kendisi provasız.
Fatma elinden bir operasyon geçirecekti nasip olmadı :)) Şartları beğenmedi :)
Ve en sonunda şimdi tekrar İstanbul'da toplandık. Şu an üşüyoruz. İstanbul çok soğudu birden.
Tekrar hızla çalışmaya başladık. Yine bir takım atraksiyonlar çeviricez önümüzdeki günlerde ama tabii kesinleşmeden... Di mi...
Tabii bütün yazı çalarak geçirdikten sonra neredeyse iki aydır çalmıyoruz ve bu yüzden kendimizi çok eksik hissediyoruz. Lakin sezona da bomba gibi giriyoruz.
24 Ekim Eskişehir Glow Bar
25 Ekim Didim Rock Fest
Konserleri sayesinde hem sahneyle hem de sizinle hasret gidermek gayesindeyiz.
Şimdi Repertuar arşınlama, stüdyo kapısı aşındırma zamanı.
Stüdyo çalışmalarından çeşitli tweetlerimiz olacaktır elbet. Beklemede kalın.
Sevgiler, Saygılar.
Can
(Not: Fotolar karışıktır. Maksat Konsepte uygun olsun)

20 Temmuz 2009 Pazartesi

Model Dünyanın En İyi İkinci Etkinliği :)))






Yeniden selamlar arkadaşlar. Bilindiği gibi bir süredir Ortaköy Picante Bar'da canlı performanslarımıza son sürat ve fişşek gibi devam ediyoruz. Bu performanslarla ilgili ayrıntılı bir yazıyı zaten daha önce paylaşmıştık. Ancak geçtiğimiz hafta bizi çok mutlu eden bi gelişme oldu. Biz farkına varmadan Model'li Picante geceleri o kadar meşhur olmuş ve dilden dile dolaşmış ki istanbul.com isimli "İstanbul Rehberi" vasfındaki internet sitesi tarafından, 17 Temmuz gecesi varolan "Model Picante Performansı" o geceki MFÖ konserinin ardından en gidilesi performans olarak listelenmiş. Bir de Harry Potter vardı ama Harry Potter son albümden sonra kendini bozduğu için ona pek giden olmamış :)) Ses sistemi de kötüymüş zaten giden arkadaşlar söyledi :P
Biz de bu sırada Ortaköy'e erişemeyen ve "ya ben gelemöem küeee çok uzak kalıyo benaaa" diyen arkadaşlar için Taksim'e dev ekran kurdurduk artık ordan izleyebiliyosunuz :)))) Değil tabi. Çarşamba geceleri aynı performansı Beyoğlu'ndaki Mask Live Music Club'a taşıyoruz. Ona da gelemeyenlerin evine gelip yatağının baş ucunda çalıyoruz (Hayır yani bunu mu istiyosunuz?)
Mask da gayet şirin ama biraz daha ezoterik bir bar (ve ezoterik kelimesini cümle içinde kullanabildiği için bizden Can Bey'e çift kişilik Hawaii tatil bileti[tatile gidemedim yaa yaz bitecek] aferin size Can Bey süper bir şey yaptınız) Bir de Alp Ersönmez, Çağrı Sertel gibi ciddi isimlerin sahne aldığı bir mekan. Hatta bizim sahne aldığımız çarşamba günleri Buzuki Orhan Osman sahne alıyor imiş bir dönem :))) Yok gülmüyorum ya sana öyle gelmiştir :)))) Herneyse özet olarak her cuma Picante'yi dolduran kalabalığı ve ruhu Çarşamba geceleri saatler geceyarısına yaklaşırken Mask'a da bekliyoruz. Biz ordayız yani zaten. Buzuki Orhan Osman'la aynı tadı vermez tabi ama... Oraya gelince biz Model dinlemeye geldik deyin zaten kime sorsanız gösterir:)))
Saygılar
Can

12 Temmuz 2009 Pazar

Tanrılar Çıldırmış Olmalı


Geldik diğer bir efsane etkinliğe.. SMV başlıklı ütopik bas koalisyonu üyeleri Stanley Clarke,Marcus Miller ve Victor Wooten 8 Temmuz çarşamba gecesi İstanbul Caz festivali kapsamında Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu'ndaydı.. Biz de 'bulunmaz etkinlikler' takipçileriniz TT-32 ikilisi olarak (Can-Serkan) bu fırsatı kaçırmadık ve orda olmayı mevzudan sadece bir gün önce,kalmış olan 10-15 civarı biletten ikisini ele geçirerek başardık. İyi ki de başarabilmişiz zira o gece Dünya üzerinde bulunulabilecek en iyi yerlerden birinde nefes almış olduğumuza kanaat getirdik. Son yılların en kalabalık Caz Festivali konserlerinden biriydi muhtemelen. Tabi her biri caz müziğin adını duyup biraz kulak kabartmış herkesin yakından tanıyacağı kadar ünlü ve 'kilometre taşı' mertebesine erişmiş bu üç megabasçı biraraya gelince durum da böyle oluyor.
SMV projesi kimi çevrelerimiz tarafından Joe Satriani'nin koordine ettiği ve genelde Steve Vai'den vazgeçmeyip üçüncü starda değişiklik yapmayı tercih ettiği G3 turnelerinin bas versiyonu olarak tanımlansa da olay aslında çok daha farklı. Zira SMV' de biraraya gelinerek yapılmış besteler ve bireysel bestelerin yeniden yorumlanışı söz konusu. Nitekim bunun bir ürünü olarak elimizde 'Thunder' albümü mevcut. Yani 'illa ki bişeye benzetmek istiyorum' derseniz olayı Al Di Meola, John McLaughlin ve Paco De Lucia'dan oluşan 'The Guitar Trio' ya benzetmek daha kültürel bir yol olur:)
Konsere dönecek olursak.. Konser bir seyircinin rahatsızlık geçirmesinden ötürü 10 dakika kadar gecikerek 21:10 sularında başladı. En önden Victor Wooten, akabinde Marcus Miller ve Stanley Clarke' ın sahnede görünmesi ile seyirci olarak henüz tek bir nota duymadan galeyana gelmiştik bile. Konsere SMV albümünden 'Maestro' ve 'Thunder' ile başlayan üçlü, oluşan atmosferin da yardımı ile ilk dakikalardan birer müzisyen olarak 'beste yapma' taraflarının ne kadar güçlü olduğunu bir kez daha ispat ettiler.Albümden 'Milano' ve 'Tutu' gibi parçalarla üçlü performanslarını sergilerlerken seyircinin merakla beklediği solo performanslara gayet geniş zaman ayırarak hepimizin gönlünü fethettiler.
Solo performanslarını yaş ve mertebe sırası(!:))na göre küçükten büyüğe doğru sunmaya karar vermişler ki ilk olarak makinalısını eline alan Victor Wooten oldu ve o kendine has tekniği ile bir benzerinin daha olmadığını kanıtladı.Görsel olarak hızından zaten etkilenmeyen yoktur fakat o kadar zengin armoni hareketlerini bu hızda sunabilmesi Victor Wooten' ı eşsiz kılıyor. Bunun yanında sempatik kişiliğinin ve tavırlarının yanı sıra işinde ne kadar disiplinli olduğunu inanılmaz tapping performansı sırasında bastığı sadece iki 'yanlış nota' için nasıl kahrolduğunu kafası ile 'heyallaam yaa..' dercesine bir çember çizerek göstermesi o gece orada onu seyreden tüm müzisyenlerin gönlünden taht kurmasına sebep oldu.Bu olayın akabinde amcamız öyle bir koptuki zaten sormayın gitsin..Notaları teker teker ve her dönüşte yeni bir nota daha ekleyerek kaydettiği,üstüne üstlük ölçü sonundan ziyade ölçü başlarına da notalar eklediği 'Kromatik Loop' performansı herkesin ağzını çık bırakmıştır heralde.Akabinde bu kayda altyapı muamelesi yaparak; üzerine kurduğu inanılmaz cümleler de cabası tabi..
İkinci solo performans sırası ise üstad ve bildiğin prodüktör kişilik Marcus Miller 'daydı. Bir alto saksafon bir bas klarinet bir enfes bas gitarı derken doğaçlamaya doyurdu açıkhavayı üstad. Özellikle Michael Jackson' ı anmaya herkesten önce başlaması kulaklardan kaçmadı. 'Shake Your Body' ye dokundurup akabinde 'Human Nature' ı bir meltem esintisi gibi yorumlaması herkesi duygulandırdı.
Sıra Stanley Clarke'a geldiğinde ise son 50 yılın bas fenomenine tanıklık etmenin gururunu yaşadık.Kontrbası ile yaptığı 'Akustik Bas' performansı alışılageldiği üzere büyüleyiciydi. Perdesiz bir enstrümanda bu kadar teknik gösterebilmek efsane olmanın sırrıydı heralde. Tekniğin ötesine geçtiği anlardı bu dakikalar.
Finalde ise üç usta beraber sahne alıp bas dünyasının sahnede olmayan tek efsanesi Jaco Pastorious' u anarak Weather Report klasiği 'Birdland'i yorumladılar,yorumlarına yorum kattılar. Bise gelindiğinde ise herkesi başka bir sürpriz bekliyordu.Yine Pop'un Kral'ı anıldı.. Gayet sert bir şekilde çalınan 'Beat It' konserin doruk noktası oldu. Marcus Miller 'ın altyapıları üstlenmesi, Victor Wooten' ın MJ vokallerini üstlenmesi, Stanley Clarke' ın sa Eddie Van Halen misali soloları atması, seyirciye nakaratın haykırarak söyletilmesi tam bir final görüntüsü oluşturdu.
Kısacası muhteşem bir geceydi.. Yan taraftan gelen oyun havaları sesleri bile bu büyüyü bozamadı..Yine bekleriz hocam.. Yine bekleriz..:))
Serkan
"Ya" dedim Serkan'a konserden yaklaşık yarım saat kadar önce kapıdaki kalabalıkla birlikte sabırsızca beklerken, "Dünya'nın yaşayan (jaco'ya selam) en büyük üç bas gitar efsanesinin de zenci olması tesadüf müdür? Nedir?"
"Hakkaten ya", dedi Serkan da, "ilginç." (Tabi bir şeyler daha söyledi de şimdi telaffuz edemiyorum:))
"Neyse," dedim, "belki de hatayı kendimde aramamam lazım :))"
Bu sorunun cevabını bir kenara bırakıp tekrar konserin yaklaşan başlama saatinin heyecanına kapıldım.
Gelelim izlenimlere.
Önce virtüöz kelimesini tanımlayalım; bilindiği üzere virtüöz, klasik müzik disiplininden türeme bir kelime olup, belli bir müzikal enstrüman üzerinde şahsına münhasır bir yorum tarzına sahip olan, o enstrüman üzerinde kendine has teknikler geliştiren ve bu enstrümanın çalımını kendisine kadar gelen anlayışın bir adım ötesine geçiren insan evladı anlamına gelir. Virtüoz olmak böyle birşeydir. Lakin bu kelimenin yetersiz kaldığı bazı insanlık dışı durumlarla karşı karşıya kalabiliyoruz. Bir enstrüman üzerinde "herşeye kadir" olmak, bir enstrümanla yaratabileceklerinizin hayal gücünüzle sınırlı olması ve düşüncelerinizi bir enstrümana aktarışınıza kadar geçen süre hemen hemen sıfır saniyeye yakınsa, ve bu kısa süreli yaratım sürecinin sonunda ortaya çıkan şeyler hemen herkesin aklını başından alma niteliğine sahip ve kusursuzsa o zaman kusura bakmayın ama biz bu insanlara virtüöz demeye biraz utanıyoruz ve onlara "Tanrı" diyoruz. İşte biz de bas gitarın üç tanrısından oluşan Olympos Dağı'na çıktık geçen gece. Biri slap ve tapping konusunda geliştirdiği (tabi bir çoğu eşsiz, hepsi birer küçük dana yavrusu boyutunda olan parmaklarına dayanan)inanılmaz tekniklerle bas gitaristlikte yepyeni boyutlar açan, bunun yanında genel olarak "virtüöz" dediğimiz insanların, inanılmaz hızlı ve teknik hareketler yaparken gözardı ettiği (ve bu sebeple "solo" dendiğinde kafamızda aburcik gubircik inanılmaz hızlı bir şekilde akan yersiz yurtsuz notaların canlanmasına sebep olduğu) armoni konusunda da tam bir deha olduğundan dolayı tekniği kadar müziğinin ruhani boyutuyla da gönüllerde taht kuran(Guinnes'i arayın lan bitmeyen cümle yaptım) Victor Lemonte Wooten, diğeri; eminim herşeyden önce, insanın içine sıcak bir lav gibi akan inanılmaz "signature" tonuyla tüm bas gitaristlerin tonal hayallerini süsleyen, bas gitarı "solist" konumuna sokmadan da nasıl bas gitar virtüözü olunabileceğini insanlığa anlatan, bas gitarın nasıl yalnızca bir orkestra elemanıyken bile insanın aklını başından alabileceğini cümle aleme gösteren, bas gitaristliğinin yanında mükemmel bir caz bestecisi ve kompozitörü de olan Marcus Miller, ve son olarak bu iki dehanın hocası, gerçek bir yaşayan efsane, bir "fingering" psikopatı; Stanley Clarke.
Ben açıkçası konser hakkında uzun uzadıya bir döküme girmeyeceğim zira Serkan bunu gayet güzel yapmış. Sadece nacizane bir bas gitarist olarak hissettiklerimi aktarmak istiyorum.
Uzun zamandır videolarını izleyip, albümlerini dinleyip, konserlerini seyredip, her videoyu kare kare durdurup "napıyosun anasını satayım sen orda yaa" diye saçımı başımı yolduğum adamları kanlı canlı izleyip birer çizgi film kahramanı olmadıklarını ve o hareketleri her istediklerinde yapabildiklerini görmek yeterince büyüleyicydi. "Victa" her zamanki gibi "Soul Circus"da bir hokkabazdı. Uçtu kaçtı. Hem abartılı aksiyonlarla "genel izleyicinin" aklını aldı, hem de dipsiz kuyulara dalıp daha kalifiye seyirciden dayanabilen herkesi pür dikkat peşinden sürükledi. Ardından "Miller Time" geldi çattı. Marcus her zamanki gibi ruhsal ve derindi. Atlayan atladı, kıyıda kalanlar "saygı duydu". Sıra Stanley Clarke'a geldiğinde "iyi hoş da hacım, madem sahnedeki en baboş arkadaş Stanley niye bu diğer iki kardeşimiz coştukça coşuyor koştukça koşuyor da amcanın bir numarasını görmedik" diyen bir kaç şuursuz kaldı ise de oradaki 5000 kişinin herbirinin aklını teker teker alarak soluk kesti ve konser alanındaki istisnasız herkes dakikalarca bu zatı şahaneyi ayakta alkışladı. Kendi devyarasa kucağında adeta bir çello gibi kalan kontrbas (Marcus Miller'ın deyimiyle "Big big bass") üzerinde o her biri üç tonluk parmaklar nasıl bir uyum ve armoni içerisinde ışık hızıyla ilerliyordu diye biz düşünedururken o zebellah gibi alete bir flamenko gitar muamelesi yapınca zaten kimsenin şuuru sabit tutacak takati kalmamıştı. Şahsi solo performansları böyleyken bir de bu üç sihirbazın uyum içerisinde üç tane bas gitarı orkestre ve performe etmeleri ise gerçekten kelimelerle ifade edilmeye çalışılması çok çok saçma bir hareket. Yine bu kısımlarda sürat ve teknikleriyle gözü doyurmaları yetmiyormuş gibi, eşsiz orkestrasyonları, partisyon paylaşımları, kusursuz emprovizasyonlarıyla ruhları da bol bol doyurdular. Hazır ruh doyurmaktan bahsetmişken sahnedeki diğer iki müzisyenden biri olan Federico Gonzales Pena isimli klavyeci arkadaş da bambaşka bir virtüözdü. Ki konserin ortasında öyle güzel bir mini resital verdi ki gözler yaşla doldu(Yan taraftaki "eller havaya" mekandaki "beyooğlunda geğeğezeğersiiiin" namelerine rağmen)
Herneyse arkadaşlar. Gelelim sadede. Hani müzisyenler iyi bilir; güzel bir konserden çıkınca insanın içini bir hırs kaplar ya, ya da bir virtüözü izlediğinizde çaldığınız aletle garip bir ümitsizlik girer aranıza... İşte onun tam tersi oldu. O an ne bir müzisyen olarak ne de bir bas gitarist olarak nerede olduğum neler yapabileceğim hiç mi hiç umurumda değildi. Sadece bu üç insanın varlığından haberdar olduğum, onların artistik patinajlarından değil "müziklerinden" keyif alabildiğim ve en önemlisi şu ölümlü dünyada bu üç ustayı (Marcus Miller'ın deyimiyle "Three Crazy Bass Players Right?") dünya gözüyle görebilmiş olmaktan dolayı inanılmaz gururluydum.
Böylece konserin başında Serkan'a sorduğum sorunun da cevabını bulmuş oldum. Bas gitar zaten hem kalıbı, hem ikinci plana itilmişliği ve gördüğü itibar itibariyle gitarların zencisi idi. Zira onu en iyi icra eden adamların da ekstra kalıplı "siyahiler" olması tesadüf değildi. Ve hala çoğu insanın tam olarak ne olduğunu bile bilmediği, sesini orkestrada ayırt edemediği bir enstrümanı binlerce kişinin ayakta alkışladığı bir aygıta çevirmek için de bir virtüözden fazlası, belki de bir Tanrı olmak gerekiyordu. Ve ben size o gece gördüğüm kadarını söleyeyim; "Tanrılar Çıldırmış Olmalı" idi.

AktiviteCan ;)

7 Temmuz 2009 Salı

The Best Of Times...






Bilenler bilir arkadaşlar grupta müzik zevki açısından Okan'la Aşkın, Serkan'la da Can(biz) eküriyizdir. Bu ekürinin en büyük, en krtitik noktasını ve dahası başlangıç noktasını da Dream Theater oluşturur. Bu yazının içeriğini ise işte bu tüm dünya müziklerinin ve en önemlisi bizim müzik zevkimizin ortak noktasında kapı gibi duran bu grup oluşturuyor. Sadet ise fırından yeni çıkmış leziz bir albüm (Yok Perili Sirk değil) ve teri yeni kurumuş, tişörtleri yeni yıkanmış harikulade bir konser.
Hikayenin başlangıcı aslında Mart'a kadar dayanıyor. Tam bizim albümümüzün son hazırlıklarının yapıldığı tarihte Serkan birgün internet başındayken "Du bakayım DT ne yapıyor" diye kendi kendine bir soru soruyor ve hemen soluğu ofisal sitede alıyor. Bir de ne görsün; sitede koca bir albüm kapağı ve altında bir yazı: "New Record Black Clouds and Silver Linings release on June 23" (gibi bişeyler tabi tam böyle değil) Bir heyecan basıyor. Koşuyor Can'ın yanına ve kutlu haberi veriyor. Habere çok sevinen Can derhal bilgisayar ekranının başına koşuyor ve şu şahane kapağa bir göz atıyor. Lakin gördüğü manzara karşısında şok oluyor. Albüm kapağının görseline dikkatlice baktığında bir fil gözüne çarpıyor. O dönem hazırlıkları yeni bitmiş olan kendi albüm kapakları geliyor aklına. İki saniyelik kısa bir şokun ardından "Oğlum bu bizim fil değil mi lan?" diyerek hayretini paylaşıyor. Evet arkadaşlar bizim albümümüzle bu güzel albüm arasındaki "yakın ilişki" böyle başlıyor. Böylelikle DT'nin yeni albümüne olan merakımız bir kat daha artıyor zira bir DT albümüyle bizim albümümüzün ortak bir noktası(hem ne nokta) olması saçma sapan da bir zevk veriyor bize aynı zamanda. (Bu arada Serkan'ın şu an farkettiği bir başka nokta iki albümde de 6 şarkı bulunması:)) evet zorladık biraz)
Herneyse bunda kısa bir süre sonra yine Serkan internetten 4 Temmuz umresini müjdeliyor ve heyecan gittikçe kabarıyor.
Evet gelelim tekrar albüme. 23 Haziran sabahı iki ayrı şehirde aynı çarpıyor iki yürek (tribute to Ayna) Serkan İzmir'de Can İstanbul'da albümü ediniyor. Albüm dinleniyor ve duygular sizlerle paylaşılıyor.. Şöyle ki..
Her DT albümünden beklenilen ortak beklenti olan 'değişik bişi' olma özelliği yine yerine getirilmiş. Karşımızda yine öncekilere benzemeyen bir albüm var. 'Scenes From A Memory' den itibaren başlayan Dream Theater' ın ikinci baharı, bu albümle beraber gençlik yıllarını yavaş yavaş geride bırakıyor. Müzikal olarak ortaya konabilecek tüm yenilikleri bugüne kadar cüretkarca dinleyicisine sunmanın verdiği özgüvenle bu albümde fazlasıyla doğallık söz konusu. Gençlik yıllarına geri dönüp fazlasıyla sert bir rock'n roll albümüne içinden ne geliyorsa doldurmuş DT. Gerek sözleriyle gerek riffleriyle gerek sololarıyla tam bir heavy metal albümü son albüm. Dream Theater'ın sert ve karanlık tarafını gayet iyi özetleyen bir albüm.
Şarkı analizlerine gelirsek;
Öncelikle albüm henüz çıkmadan ücretsiz olarak download'a açılan albümün çıkış parçası A Rite Of Passage geliyor akıllara. Şarkı yaklaşık 8.5 dk uzunluğunda tam bir DT hiti. Girişteki vurucu ve mistik melodisini akıcı ve solid bir trafik takip ediyor. Ama açıkçası indirip dinlediğimiz ilk gün yeni albüm konusunda bir hayal kırıklığı yarattığını da söylemek lazım. Onun da sebebi Octavarium ve Systematic Chaos gibi DT tarihine yeni birer boyut kazandırmış daha devrim niteliği taşıyan ve daha ayağı yere basan iki albümden sonra zincirin üçüncü halkası olmak için fazla "aşina" bir parça olmasıydı. Ama bunun dışında daha dikkatli dinledikçe, yeterince çarpıcı olmasa da keyif verici yenilikler görmek mümkün. Çeşitli masonik klüplerin mistik ayinlerini ve yapılarını konu alan şarkının sözleri ise DT şiirselliği açısında oldukça tatmin edici olsa da konusu hakkaten biraz tırt.
A Nightmare To Remember ise Train Of Thought ile DT'ın iyiden iyie açığa çıkan karanlık yönünün en uç noktası. Yine yeterince çarpıcı olmayı başarmışlar. Progresifinden biraz fakirce ama sonuna kadar metal. Ki bu, çarpıcılığını tekniği ile değil melodi ve derinliği ile yansıtmayı amaç edinmiş son dönem DT'ı için de güzel bi örnek. Gel gelelim Petrucci'nin çocukluğunda geçirdiği ve kimsenin yara almadığı son derece tırt bir tarfik kazasını anlatan parçanın sözleri alışılagelinmiş Petrucci şiirselliğinden kilometrelerce uzak. "Allaaam ne fena kazaydı herkes kurtuldu neyseki huuaaaah!!!" şeklinde sözlerle herşeyde olduğu gibi tırtlıkta da bir çığır açmış Petrucci.
Albümün iki baladından biri olan Wither ise (çok fazla tekrar ettik ama) bildiğin tırt. Ağır tırt hatta. Kötü şarkı değil asla. Ama kendisini bir 3 Doors Down ya da Creed şarkısından ayıran hiç bir özelliğe sahip değil şarkı. Ama bu dinlemekten zevk alınmasını engellemiyor. 5 dakikalık şirin bir baladımız.
Albümün babaçko baladı The Best Of Times ise ilk dinlendiğinde biraz boş gelse de defalarca dinledikçe, DT'ın yaşlar ilerledikçe daha fazla eğildiği Art Progresif yanını ve Floydvari havalarını yansıtmak açısından çok nitelikli bir örnek. Petrucci'nin solosu ise parmak ısırtıcı, ağlatıcı, "nerdeyim lan ben, ne içirdiniz bana" dedirtici.
The Shattered Fortress, bizim gibi DT'dan öte Portnoy fanı olanlar için ayrı bir öneme sahip zira kendisi 5 albümdür süre gelen 5 ayaklı 12 bölümlü Alcoholics Anonymous Suite'in son perdesi. Şarkı güzel ama süregelen potpori havası biraz zorlama ve sıkıcı geldi açıkçası. O kadar fazla eski şarkılardan parçalar var ki şarkıyı kendi başına özerk bir parça olarak algılamak neredeyse imkansız. Ama bunun yanında This Dying Soul ve The Glass Prison'dan sonra gönüllerde süitin en güzel üçüncü parçası olarak yerini alacaktır.
Gelelim albümün transatlantiği 19 dakikalık The Count of Tuscany'ye. Albümün en progresif parçası olan bu eser oldukça akıcı, keyif verici melodilerin yanında çarpıcı ve oldukça da gaz bir nakarta sahip. Sözler gayet şiirsel ve epik. Aynı zamanda albümün "hadi yine aldın gönlümü hadi" dedirten teknik kısımlarına sahip tek parça. Bunun yanında Jordan Rudess'ın deminden beri bahsettiğimiz Floydvari DT hareketlerini adeta resmiyete kavuşturduğu epik solosu ise insanı ayrı boyutlara taşıyor.
Ve 4 Temmuz 2009.. Yer Maçka Küçükçiftlik Park.. Dream Theater her Türkiye konserinde olduğu gibi albüm çıkış tarihinden çok kısa bir süre sonra hayranlarıyla dördüncü kez vuslat yaşadı. Biz de sadık fanları olarak yine oradaydık. İki saat boyunca tüm şarkıları bağıra bağıra söyleyerek tişörtlerimizi terlettik.
Yaşları yavaş yavaş ilerlese de performanslarında hiçbir kayıp olmadığını belirtmemiz gereksiz kaçmakla beraber önceki yıllara göre sahne duruşlarının yavaş yavaş Pink Floyd ağırlığına yaklaştığını söyleyebiliriz.
Sahnenin yıldızı her zaman olduğu gibi yine Mike Portnoy'du. Enerjisinden hiçbir şey kaybetmediğini konserin ilk gazı 'In The Presence Of Enemies Pt:1' in ortasına kadar ayakta kalarak bir kez daha kanıtladı. Gözünü Portnoy'dan alabilene aşkolsundu.. Müzikle kendimizden geçmemiz için gerekli olan ambiyanns yine ilk şarkıyla beraber sağlanmıştı.
Diğer üç konsere;özellikle de 2005 parkorman konserine göre playlistin biraz zayıf kaldığı yadsınamaz bir gerçekse de sahnedeki adamların varlığı yine hepimize yetmişti. Yeni albümden çalınan iki parça A Nightmare To Remember ve A Rite of Passage kusursuz olarak icra edildi. Özellikle Jordan 'the Wizard' Rudess' ın büyüleyici performansına eklediği i-phone soloları ortalığı renkten renge boyadı. Petrucci yine günündeydi; orta yaş karizmasına kusursuz çalışını ekledi. Myung yine görev adamıydı; grubunun sırtını dayadığı duvar olmaya devam etti. James Labrie ise yaşlandıkça kendini aşmaya devam ettiğini yine kanıtladı; çıkmadık nota bırakmadı. Playlistin başlıca handikapı 'Scenes From A Memory', 'Six Degrees Of Inner Turbulence','Systematic Chaos', 'Images And Words' gibi müzik tarihinin en iyi albümlerinden 1 bilemedin 2şer parça çalınarak geçiştirilmesi, bunun yanında 'Train of Thought' ve 'Octavarium' gibi iki enfes albümden hiç parça çalınmaması ayrıca gereksiz yere 'Awake' e yüklenilmesiydi. Solitary Shell' e eklenen emprovizasyonlar bizi bizden aldı. Bisteki medleyin Metropolis bölümündeki emprovizasyonlarda Jordan Rudess'ın John Petrucci'nin cümlelerini aynen tekrar etmesi konserin doruk noktasıydı. Tüm bunların yanında ses sistemi hiç fena diildi. Fakat ne olursa olsun 8 Kasım 2002 deki ilk heyecanı bir kenara bırakırsak gerek playlist gerek ses sistemi gerek seyirci ambiyansı gerek Dream Theater' ın performansı gerek süresi gerek şahsi münasebetler bakımından 3 Temmuz 2005 günü o gün orada olan Türk seyircisi için kolay kolay unutulacağa benzemiyor.
Ne olura olsun bir müzisyen için Dünya üzerindeki herhangi başka bir grubun performansını seyretmekle Drean Theater' ı sahnede seyretmek arasında büyük fark var. Müzikle aktif olarak biraz olsun ilgilenen herkesin 'bir müzisyenin sahne performansı nasıl olmalıdır?' sorusunun cevabını arayabileceği yerlerden biri DT sahnesi..
Tüm bu geceden duyduğumuz ayrıcalıklı gurur ise aklımızda kalan karenin o gece orada; 2 hafta önce bizim çaldığımız sahnede duran Dream Theater' a ait olmasıydı..(Ayrıca tam burada hinlik dolu bir kelime oyunuyla DT ile aynı sahneyi paylaştığımızı söyleyerek yarattığımız çakma ortak noktalara bir üçüncüsünü ekleyebiliriz:)) ehehe)

İşte bizim için Mart ayında başlayan bu heyecan fırtınasının doruk noktası da bu şekilde sonlanmıştı. Bu mükemmel tecrübe de, bu progresif ikilinin paylaştığı tüm zamanların en mükemmellerinden biriydi. "A Nightmare To Remember" idi "The Best Of Times" idi.
Sevgilerle
Black Cans and Silver Serkans
(TT-32)

29 Haziran 2009 Pazartesi

Gone Too Soon...


Tabi ki bir gün ölecekti.. Çok doğaldı.. O da insan evladıydı.. Ama 80’leri ucundan kıyısından yakalamış müziksever herhangi bir kişinin bunu kabullenmesi sanıldığından çok daha zor bir olay.. ‘80’ler’ diyorum evet.. Koskoca 10 yıllık bir zaman dilimi.. Ki yetmiyor bu periyod.. 1995 e kadar uzanıyor.. Günümüzde ağızda sakız olan ‘süperstarlık’,’megastarlık’ gibi kavramların içini doldurup taşırılmasının önünü alamıyor 80’ler..
Yaklaşık 15 sene boyunca çıkardığı sadece üç adet albümle(Thriller-1982, Bad- 1987, Dangerous-1991) müzik dünyasının idolü olmayı başarmış ve istikrarlı bir şekilde ününe ün, müziğine müzik, şovuna şov, kalitesine kalite katarak gerçek bir ‘kral’ olmayı başarmış, kapalı gişe stadyum konserlerini öyle 5 senede bir değil 3 günde bir yapmış, Wembley denilen futbol mabetinde tam 7 gün üst üste sold-out konser vermiş, öldüğü güne kadar 750 milyon albüm satmış(ki 1 milyar olmuştur o bu 3-4 günde;1 ay sonra ne olucak kimbilir..), sadece Türkiye’de 2 milyon albüm satarak yabancı albüm satışlarında kimseyi yanına yaklaştırmamış (hatta kimi yerlileri de..), 1993 te İnönü Stadı’nda 55 bin kişiye seslenerek Türkiye seyirci rekoruna imza atmış, sosyal sorumlulukar bir starın gerçekten içinden gelerek nasıl yerine getirilir tüm dünyaya göstermiş bir dünya insanı öldü.. Dedikodular, taciz suçlamaları, sömürme çabaları,bişiyler bişiyler.. Seversiniz sevmezsiniz sizin bileceğiniz iş.. Fakat şunu bilin ki bu kariyer gerçek.. Star olma çabasındaki hiç kimsenin hiçbir zaman ulaşamayacağı için kabullenmek istemeyeceği ütopik bir gerçek.. O’ndan beri hiçbir star ‘tek’ olmayı başaramadı.. O’nun hayatının sonuna kadar sürdürdüğü bu ‘tek’liğin hiç kimse yanına yaklaşamadı.. Bu ölüm 15 sene önce gerçekleşseydi arkasından intihara kalkışacak hayranlara sahip bir stardı..
Starlık önce işini iyi yapıp bunu en gösterişli biçimde satmaksa işte bunun virtüözüydü Michael Jackson.. En yalın sözlere oturtulmuş en güzel prozodilere yapılmış en derin düzenlemeler, en vurucu korolarla bezenmiş inanılmaz nakaratlar.. Dünyanın gelmiş geçmiş ‘hit’ olmayı hak etmiş en güzel parçaları.. Bu hitlere gerektiği şaşaya doyurmuş koreografiler; kısa film-video klipler.. Hepsinin sonucunda her biri efsane olmuş sahne performansları..
Umarım bu ölümün tek bir iyi yanı olsun.. Daha önce Freddie Mercury’ de olduğu gibi müzik dinleyicisi acı bir ölümle de olsa gerçek müziği ve gerçek starları yeniden keşfetsin.. Kaliteli işler birbiri ardına gelsin aynı 90 larda olduğu gibi.. Gerçek müzik. çöplüğün arasından sıyrılsın ve tahtına otursun.. ‘Krallar’ da rahat uyusun…
Serkan

28 Haziran 2009 Pazar

Okan ve Kedileri : )











Selamlaar herkese ! Umarım yerindedir keyifler..Bizi sorucak olursanız koşuşturmaya devam ediyoruz.Keyifli tabi her zaman olduğu gibi..Yorgunluk da var çok ama sanırım dün yaptığım genel temizlik yüzünden daha çok benimki : ) Hazır ayak altında kimse yokken tüm evi temizliyeyim dedim.Gerçi çocukların da hakkını yememek lazım.Onlar da mutlaka tutuyor bi işin ucundan evde olduklarında..Aşkın elektrikli süpürgeyle bir bütün ; Serkan viledayla değişik manevralar peşinde ; Okan toz alma konusunda ihtisas yapmış durumda : ) Bulaşık da Can'ın ilgi alanı : )) İşte Cumartesi günü herkes bir yerlerdeyken ben de evde extra temizlik olayına girdim.Yetmedi üstüne bir de market alış-verişi yapıp yemek yaptım.Evet evet hepsini ben yaptım : ) Kesin o yüzden bu kadar yorgunum : )) Neyse asıl anlatacağım şeyi unutmadan konuya gireyim inceden ben : )

Bugün değineceğim ve fotoğraflarını paylaşacağım konu [gerçi sizinle paylaşacağım ilk şeyler bunlar.Bugün diyorum ama artık her gün yazıcam :)) ] ''Okan ve Kedileri '' : ) Çok ilginçtir arkadaşlar Okan ve kediler arasında inanılmaz bir bağ ve çekim kuvveti var.Ben de sokakta gördüğüm kedileri ve köpekleri seviyorum hep ama her kedi Okan' a davrandığı gibi davranmıyor bana. o_O Çok ciddiyim bu konuda..Okan'ı ayrı bi seviyorlar sanki : ) Ve kendilerini sevdiriyorlar dolayısıyla : )) Ben sevmeye yeltendiğimde kaçmış kedilere şahitliği var Can , Serkan ve Aşkın'ın : ) Ne buluyolarsa artık Okan'da : )))

İşte alın size daha kimsenin görmediği ''Okan ve Kedileri'' albümü..Sanırım Aşkın ve Serkan'ın da yeni göreceği süper bir albüm : ) Yeni başlıyoruz ! Daha çok albüm sunucam size burdan.Emin olun eylemlerim sürecek ; )
Fatma




















24 Haziran 2009 Çarşamba

Ortaköy'de bir Latin Punk Club :)




Nasılsınız? Biz bomba gibi bütün hızımızla devam ediyoruz koşuşturmaya. Aklıma geldi de şu Picante Bar'la ilgili bir kaç şey söylemek istedim. Bildiğiniz gibi her cuma orada sahne alıyoruz. Picante çok şirin ve çok ilginç bir bar. Menajerimizin bizi kolumuzdan tutup ilk kez Picante'ye götürüp de "Nasıl mekan? Burada çalıcaksınız işte" dediği geceyi hatırlıyorum da :)) Mekan süper mekan. Şahane :)) Ona laf yok. Ama insanda bir hafşalama meydana geliyor böyle bir durum karşısında. Zira birincisi bu bar Ortaköy'de, şıkır şıkır ablaların, duble duble abilerin mekanında. Sonra bakıyorsun alt katında envayi çeşit (sound checkten sonra bizim de yediğimiz) inanılmaz lezzetli Meksika yemeklerinin servis edildiği bir salon var. Bir de bizden başka Çarşamba geceleri Küba'lı, başka birgün de yine uyruğunu bilmediğim bilmemnereli bir grup sahne alıyor. Yani aslında oldukça nezih, klas ve şirin bir Latin Bar Picante. Bu sebeptendir ki bu etkinlik girişimini ilk duyduğumuzda kulağımıza oldukça garip geldi. "Yahu bizim yapacağımız müzik garip kaçmasın orda" dedik(En yumuşatılmış haliyle yazıyorum:)) Ama bize ısrarla "Biz sizi tanıyoruz, sizin enerjinizi biliyoruz, kimsenin yabancılık çekmeyeceğine inanıyoruz" dediler(Hiper yumuşatılmış versiyon:)) Peki dedik. Hazırlıklarımızı yaptık. Repertuarımızı hazırladık. Aletlerimizi götürdük kurduk. Ve ne olduysa oldu artık. İki haftanın sonunda biz sahnedeyken o tıklım tıkış barda herkesin hep bir ağızdan "Ego Dağları" söyleyerek ska dansları yaptığını, İngiliz turistlerin "La la la la" diye diye zıplayarak dans ettiğini gördüm. Atmosfer o kadar mükemmeldi ki hiç sahneden inmek bile istemiyordum. İstemiyorduk :)) Biz sahnedeyken, bir grup müzisyenin enerjisiyle Ortaköy'de bir Latin Bar'ın nasıl olup da Londra'da bir Punk Club'a dönüştüğünü görmek çok heyecan vericiydi. Yani çok daha büyük sahnelerde çok daha büyük konserler verdik ama inanın hiçbiri bu kadar heyecan verici değildi benim için. Ne demek istediğimi de daha iyi anlarsınız diye bir kaç da fotoğraf ekledim. Başka da söyleyebileceğim pek bir şey yok. Gelin ve sahneden fışkıram adrenalinimizi yutun :)))
Hasta La Vista ;)
Can